Radyosuz Olmaz!

-
Aa
+
a
a
a

Neredeyse sürekli radyo dinlemek alışkanlığının hayatıma nasıl girdiğini hatırlamıyorum. Açık Radyo’nun bolca katkısı olsa gerek. Ama yok yok, Kent FM zamanları da sürekli O açık olurdu. Hatta bir yılbaşı akşamını arkadaşlarımızla Kent FM başında, akışa ara ara telefonla dahil olarak geçirmiş, çok da eğlenmiştik. Daha önceleri de TRT FM vardı; yani şimdiki adıyla TRT 3. Biz o zamanlar TRT FM derdik niyeyse, öyle yerleşmişti. Tabii TRT FM maceramız çoğunlukla Yavuz Aydar-Şebnem Savaşçı ikilisinin Stüdyo FM’ini kaçırmamak üzerine yoğunlaşmıştı; ne çok şey öğrendik o programdan Tanrım. Müzik zevkimizin şekillenmesinde yüzde yüzdür katkısı; o kadar çok yeni ses keşfettik, o kadar ufkumuzu açtı ki bu ikili. O zamanlar MP3 indirme çılgınlığı yok, kaliteli müziğe, yeniliklere ulaşmak o kadar zor ki. Hatırlıyorum, babam zamanı için epey ileri teknoloji çift kaset çalarlı, hem radyodan hem de kasetten kasete kayıt yapabilen taşınabilir müzik setini getirdiğinde Tayfun’la benim için yepyeni bir devir açılmıştı. Aydar-Savaşçı ikilisi genellikle bir sonraki programda neler çalacaklarını anons ederlerdi. Biz de ilgimizi çeken bir şeyse boş kasetlerimizi hazırlar radyonun başına geçerdik. Kırmızı rec tuşuna basmanın hazzı büyük ve bazen de gayet stresliydi; ya kayıt etmezse???

Daha gerilerde, çocukluğumda da baş rolde aslında radyo. Doğduğum evden hayal meyal bir görüntü var mesela; ailece yemek yiyoruz ve radyo açık. Galiba haberler var. Eski olduğu için midir bilmem, bu görüntü tamamıyla sepya bende ve ben gerçekten çok miniğim. Sonra ilkokula giderken Caddebostan’daki evden anılarım var radyo ile ilgili. Kocaman bir mutfağı vardı o evin ve Tayfun’la benim odam mutfağa açılıyordu. Kapının hemen yanındaki dolabın üstünde dururdu radyo ve biz çoğu çocuk gibi radyonun arkasındaki iri yuvarlak deliklerden içerideki minik insanları görmeye çalışırdık. Bu da tuhaf bir şey, bizim kuşağımızın çocuklarının ortak hikâyesi neredeyse. Hayal meyal Milliyet Çocuk’ta bile bununla ilgili bir yazı okuduğumu hatırlıyorum. Özellikle de Erol Evgin şarkı söylemeye başladığında heyecanla gözümü o deliklerden içeriye sokmaya çalışırdım ve her seferinde kaçırırdım Erol Evgin’i görme şansımı. Anlamadığım, annemle babamın niye bize bunun boşa bir çaba olduğunu söylemedikleri? Yoksa biz mi sormadık hiç nerede bu radyonun içindeki insanlar diye?

İlkokul yıllarımdan unutamadığım bir diğer radyo hikâyesi de tabii ki arkası yarınlarla ilgili. Bu arkası yarınlar hem biz çocuklar için hem de büyükler, galiba özellikle de annelerimiz için olurdu. Çünkü hatırlıyorum, hep annem dinlerdi arkası yarınları. Hoş hafta sonları kahvaltı ederken hep birlikte dinlediklerimiz de vardı, ya da o başka bir programdı, ama bizim için ilginç olanı tabii ki okula gitmeye hazırlanırken kulaklarımızı ödünç alan, çocuklar için hazırlanmış olanlarıydı. Öğlenci olduğumuz zamanlarda bazen sonunu dinleyemeden çıkmamız gerekirdi evden. Milliyet Çocuk’un yeni sayısını beklemek kadar heyecan vericiydi bu programları dinlemek.

Sonra ben Radyo-Televizyon okudum. Özel radyolara bir dolu program önerisi kaptırdım. Hayal kırıklığına uğradım, bu maceraya ara verdim. Açık Radyo kurulurken yeniden radyoculuk gündeme geldi, heyecanla daldım bu serüvene. Kısa sürdü ilk program, araya yine zaman girdi. Hoş, bu aralarda bile radyo programları uçuşurdu kafamda. Yeniden dönüşüm daha kalıcı oldu ve tatmin edici. Öyle tuhaf bir çekiciliği var ki radyoda olmanın, bazen olmayan zamanı oldurmak zorunda kalıyorum, çok çok özeniyorum radyo programlarıma. İçime sinmeyen bir şey olduğunda günlerce takılıyorum. Şimdilerde moladayım, moladayız. Kuzgun, her Cumartesi sabahın köründe yollara düşerken arkamdan “gitmeee” diye ağlayan Kuzgun, ara vereceğimizi öğrendiğinde, “hayır, bitmesin program” diye ilk itiraz eden oldu. Biraz ara iyi geldi ama fıkfıklanmaya da başladık.

Radyolu hayatım, hem içeride hem dışarıda bir radyo fanı olarak sürüyor yani. Hatırlıyorum da, kendi evimi, hayatımı düşlerken televizyon hiç yoktu içinde, ama müzik setim, radyom hep baş köşedeydi. Akşamları kahvemi, bazen şarabımı yudumlarken radyo dinlemek ne hoştu. Bu aralar yapamıyorum niyeyse bunu. Yapmalıyım oysa, gerçek bir haz çünkü. Kitabın sayfalarından ya da kahvenin, çikolatanın hoş rayihasından bile uzaklaştırabiliyordu bazen beni. Öylesine güçlü bir frekans…

Biliyorum, radyo zamanlarında değiliz artık. Bunca radyo varken, bunca frekans kirliliği yaşanırken üstelik. Benim için, zaman nasıl akarsa aksın radyo olmalı bir yerlerinde oysa. Dolayısıyla çaktırmadan Kuzgun’un hayatının da parçası oldu radyo. Bazen CD koyduğumuzda bile “radyoyu mu açtın?” diye soruyor. Nasıl bir radyo sorusu önemli tabii. Ben ipuçlarımı verdim, ama son bir ipucu da çocuklarımız için. Hayal gücümüzü tetikleyen, kafamızı dağıtabilen, eğlendiren, bilgilendiren, oyalayan, gündelik hayatımızı sürdürürken fonda rahatlıkla bize eşlik edebilen bu vazgeçilmez arkadaşla bir an önce tanışabilmeleri için: Cumartesi ve Pazar sabahları TRT 3‘te yayımlanan Arkadaşım Müzik programı. TRT 3 pek gündemimizde olmadığından sanırım, hayli geç bir keşif oldu bu program. Klasik müziği sevdirebilecek, bol hikâyeli, bol müzikli, eğlenceli…

Çocukluğumuzun biricik arkadaşını çocuklarımızın ve belki yeniden bizim biriciğimiz yapabilmek kolay değil. Zaten biriciği olsun gibi bir derdim de yok. Ama radyosuz da olmasın işte hayatlarımız!

 

http:// antipopuler.wordpress.com/2009/08/14/radyosuz-olmaz/